"Otuz Yaşında Doğan Adam
Almanya’da, yemyeşil bir bahçenin içinde açtı gözlerini Otuz Yaşında Doğan Adam. Önce sağına soluna bakındı, yanında satranç masaları vardı. Sonra arkasına baktı, heybetli bir malikâne gördü. Tepeye baktı, pırıl pırıl parlayan güneşin ışığı gözlerini kamaştırdı. Yere baktı, toprağın üzerindeki çimlerden bir parça kopardı. Elindeki çimleri incelerken, ellerinin olduğunu fark etti Otuz Yaşında Doğan Adam. Çimleri telaşla yere fırlattı, ellerini kendinden uzakta tutmaya çalıştı. Korkmuştu Otuz Yaşında Doğan Adam kendi ellerinden.
Diğer eliyle, üzerinde hâlâ toprak lekesi bulunan eline dokundu yavaşça. Parmaklarını önce elinin, sonra da kolunun üzerinde gezdirdi, anladı ki bunlar kendisindendi. Ardından vücuduna baktı, önce göğüs kafesine, sonra göbeğine, sonra daha aşağılara dokundu. Ellerini yüzüne götürdü, yüzünde ilk keşfettiği yer gözleri oldu Otuz Yaşında Doğan Adam’ın. Zira onların üstünü elleriyle kapadığında hiçbir şey göremiyordu. Sonra ağzını fark etti, dudaklarına dokundu. O da neydi öyle, bu şeyi açıp kapayabiliyordu. Parmağını kendi ağzına soktu, şaşırdı. Şaşırınca boğazından tuhaf bir ses çıktı Otuz Yaşında Doğan Adam’ın. Sesinin olduğunu, konuşabildiğini fark etti böylece.
Bu sırada yanına bir adam geldi Otuz Yaşında Doğan Adam’ın. Esmer, uzun boylu bir herifti bu. Elinde bir de kırbaç vardı, bu nedenle biraz ürkütücüydü.
“Kimsin sen” diye sordu Otuz Yaşında Doğan Adam.
“Ben senin sahibinim” dedi esmer adam.
“Nasıl yani?”
“Şu havada asılı duran sarı top var ya, hani az önce gözlerini kamaştıran. İşte onu ben doğurur, ben batırırım.”
“Başka” diye sordu Otuz Yaşında Doğan Adam. “Şu arkanda gördüğün heybetli ev var ya, onu da ben yarattım. İstesem tek elimle yok ederim onu.”
“Başka?”
“Sen var ya, seni de ben yarattım” dedi esmer adam. Elindeki kırbaçla sertçe vurdu Otuz Yaşında Doğan Adam’ın vücuduna. “Bak” dedi, “Kan çıktı vücudundan, gördün mü? İstesem seni de yok ederim.”
Şaşırdı ve korktu Otuz Yaşında Doğan Adam. Bu adam gerçekten de onun sahibi olmalıydı, baksana ne kadar da güçlü ne kadar da yetenekliydi. Sahibi, eline bir kürek tutuşturdu Otuz Yaşında Doğan Adam’ın.
“Bu nedir?”
“Bununla şuradaki çukurdan kömür çıkaracaksın bana.”
“Neden?”
“Çünkü ben senin sahibinim.”
Otuz Yaşında Doğan Adam, çaresiz kabul etti bunu. Her gün o çukurdan kilolarca kömür çıkardı. Güneş her gün bir doğdu, bir battı. Halinden memnun değildi ama tüm bunları yapanın sahibi olduğunu da biliyordu. Tam altmış yaşına gelmişti Otuz Yaşında Doğan Adam. Artık yaşlanmış, kuvvetten düşmüştü. Ağır geliyordu artık o çukurun içinden kömür toplamak. Küreği toprağa iyice saplayacak gücü bile kalmamıştı artık. Bir sabah, güneş doğmak üzereyken sahibi yine küreği eline tutuşturdu. Küreği aldı, tam çukuruna gitmek üzere adımını atmıştı ki bir an dayanamadı. Otuz senedir düşündüğü şeyi yaptı ve kürekle bir tane vuruverdi sahibinin suratına.
Sahibi yüzünü tutarak acı içinde yerde kıvranmaya başladı. Otuz Yaşında Doğan Adam, sahibinin kaskatı ellerini yüzünden çekmeye çalıştı.
“N’apıyorsun sen, manyak mısın” diye acılar içinde bağırıyordu sahibi.
“Görmem lazım.”
“Neyi göreceksin be adam?”
Sonunda açabildi yüzünü sahibinin. Sahibinin ağzı yüzü kan içindeydi, tıpkı kendisi gibiydi o da.
“Yalancı” diye bağırdı Otuz Yaşında Doğan Adam, küreği yeniden havaya kaldırdı. Öldürene kadar, defalarca vurdu başına sahibinin.
Hemen bahçeye çıktı, güneş hâlâ tepenin ardındaydı, hâlâ göstermemişti kendisini. Sabırla bekledi güneşin doğmasını, ama bir yandan bir şüphe de sarmıştı içini, acaba sahiden sahibi mi doğuruyordu güneşi, yoksa onu öldürmekle çok yanlış bir şey mi yapmıştı? Bunu o kadar merak ediyordu ki Otuz Yaşında Doğan Adam, sabırsızlıktan ayaklarıyla hızlı hızlı yere vuruyor, “Hadi, hadi” diye söyleniyordu.
Sonunda gösterdi yüzünü Güneş ve rahat bir nefes çekti Otuz Yaşında Doğan Adam. Anladı ki güçlü olmanın yarısından çoğu güçlü görünmekti. Yere uzandı, ellerine baktı. Elleri hem kirli hem nasırlıydı. Ne uğruna ellerinin bu hale geldiğini düşündükçe kendini aptal gibi hissediyordu. Ama yine de, ölmeden öğrenebilmişti sahibi sandığı zavallıya başkaldırabilmeyi. Bunu başaramadan ölen o kadar çok insan vardı ki hayatta.
Bu, size anlattığım son öykümdü. Ben Almanya’ya, Otuz Yaşında Doğan Adam’ın yanına gidiyorum. Kısmetse bir gün hikâyenin geri kalanını da anlatırım. Hoşça kalın."
Can Bulut
Yazar Michael Sikkofield
-Piyon-