26 Nisan 2025 Cumartesi

(7)

Zira bu insanlar daima çalışmak, tüketmek, maç izlemek, ertesi gün o maç hakkında konuşmak, elindeki cep telefonunun sadece bir yeni özellik taşıyan bir üst modelini satın almak gibi işlerle meşgullerdir.
Bu sistemi, sabahtan akşama kadar çalışıp elektrik faturasını ödemek zorunda olan ve kendini özgür zanneden kravatlı kölelere anlatamazsınız. Veya onlara, dünyayı bir avuç adamın parmağında oynattığını da anlatamazsınız. Size tepeden bakarlar. Bunu onlara anlattığınızda sizi pek ciddiye almazlar.
Zira bilinçaltlarında şu düşünceler vardır:"Ne yani, böyle önemli bir şey var ve benim bundan haberim yok öyle mi? Böyle bir şey olsaydı, elbette haberimiz olurdu ve insanlar buna karşı bir şey yapardı. Hıh, salak şey."

Zira kendisi, diplomalı, maaşlı bir işi olan, bu hayatta çok şeyler görüp geçirmiş olgun bir insandır. Bu tür masalları sizin gibi bir denyodan öğrenecek hali yoktur

Yazar: Michael Sikkofield

(5)

 Zira kumarhanelerde pencere ve saat bulunmaz.

Zamanın nasıl geçtiğini bilmemelisin, etrafında neler olduğunu merak etmemelisin. Dışarıda koca bir dünya olduğunun farkına varmamalısın.


(4)

 Gazetelerde en çok okunan sayfalar neden magazin ve spor sayfalarıdır? Gazeteler neden tuhaf cinayet haberleriyle doludur? Gazetelerde ve televizyon kanallarında neden sürekli ünlü insanların geçen gün ne yaptıkları ve ne söyledikleri anlatılır? Televizyon kanalları neden gündüzleri birbirini aldatan insanların trajik hayat hikayeleriyle doludur? Televizyon kanalları neden akşamları entrika ve aşk temalı dizilerle veya tuhaf yarışma programlarıyla doludur?

Yazar: Michael Sikkofield

İsimsiz (3)

İnsanlar çoğu zaman kendi yaşadıklarını veya etrafında yaşananları bütünsel olarak değerlendirmezler. İnsanlar böcek gibidir. Bir böceğe anılarını sorabilmek şansımız olsaydı, bize muhtemelen karşılaştığı ekmek kırıntılarını, kendisini yemeye çalışan koca bir kakalağı veya üstüne basmaya çalışan dev bir ayağı tarif edecekti. Zira böceğin hayatındaki en büyük hadiseler ancak bunlardır. Aynı şekilde insanların büyük çoğunluğunun hayatındaki en önemli olaylar; bir kadın/erkek tarafından aldatılmak, işten çıkarılmak, tuttuğu takımın kupa kaldırması, izledikleri dizide iffetsizlik yapan bir kadının kendi üzerlerindeki etkisi gibi zırvalardan oluşabiliyor.

Yazar: Michael Sikkofield

İsimsiz (2) (1 devamı.)

Aptal değiller fakat o kadar aşağılık ve sinsi ki, bu adamlar siyasi, dini ve kültürel hiçbir gelişmeyi kaçırmıyorlar.

Dünyadaki pek çok siyasi ve kültürel akımın, dini eylemin tetikleyicisi zaten bu insanlar. Fakat bizzat organizatörü olmadıkları, kendi istekleri dışında başlayan akımları ve olayları bile sahip oldukları sermaye ve güç sayesinde kendi lehlerine çevirmeyi çoğu zaman başarıyorlar.

Yenilmez değiller fakat petek dokuyan bir arı, ağ ören bir örümcek kadar hassas çalışıyorlar ve bu sayede başarı yüzdeleri oldukça yüksek oranlara varıyor. Üstelik insanların birçoğu onların varlığını bilmiyor ya da buna inanmak istemiyor.

Bunu ise medya neferi olarak şöyle izah etmeye çalışayım:


Yazar: Michael Sikkofield

17 Nisan 2025 Perşembe

İsimsiz 1. Yazı

"Şimdi nasıl olur da benden sizi sevmemi isteyebiliyorsunuz?"

"İnsanlar neden Tanrıya inanır biliyor musun Can?"

"Birçok sebebi olabilir."

"Hayır. Tek bir sebepten dolayı inanırlar. Başka çareleri olmadığı için."

Yıllar önce babamı kaybettiğimde Tanrıya inanmaktan başka bir çaremin olmadığını anımsadım. Tanrı gerçekten de var olmak zorundaydı. Var olmak zorundaydı çünkü babama hakkını teslim etmek zorundaydı. Tanrının var olmamak gibi bir lüksü yoktu. Ona inanmaktan başka çarem yoktu.

Bir süre boş boş abajüre baktım. Işığı gözlerimi aldı. Sonra adamın suratına baktım.

Suratını tam olarak göremesem de, gözlerine bakarak konuşmaya çalıştım.

"Sizi sevmekten başka çarem yok mu yani?"

"Sence?"

"İyi de bu bir yapay sevgi."

"Tıpkı Tanrı gibi. Biz de bizi hangi yolla sevdiğine önem veremeyiz Can. Bizi sevmek için vesilenin ne olduğu önemli değildir."

"Herkesin sizi sevmesini mi istiyorsunuz?"

"Sevmeleri yeterli değil. Aynı zamanda korkmalılar da. Dünyadaki tüm gereksiz ırklar ve aşağılık insanlar bizden korkmalı."

"Zaten korkmuyorlar mı?"

"Yeterince değil Can. Bak şöyle anlatayım sana... Arabaların hızla geçmekte olduğu bir cadde düşün. Yayalar için kırmızı ışık yanar ve bu sırada üstü başı dağınık ufak bir çocuk koşa koşa yola atlar. Arabalar çocuğun bir o yanından bir bu yanından vızır vızır geçer. Çocuğun ezilmesi an meselesidir.

İnsanların tamamına yakını o vızır vızır geçen arabaların ortasına atlayarak çocuğu kurtarmaya cesaret edemez. Çünkü o arabaların kendilerini de ezmesinden korkarlar.

Biz böyle bir korku istemiyoruz. Bizim düzenimizde korkunun sebebi değişecek. Çocuk yine yola atlayacak, arabalar yine etrafından vızır vızır geçecek ve insanlar caddeye atlayıp çocuğu kurtarmaya cesaret edemeyecek.

Fakat bu sefer korktukları şey arabalar tarafından ezilmek değil, kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçme yasağını delmek olacak. En büyük ve tek korkuları bizim koyduğumuz saçma kurallara karşı gelmek olacak."


15 Nisan 2025 Salı

Otuz Yaşında Doğan Adam

"Otuz Yaşında Doğan Adam

Almanya’da, yemyeşil bir bahçenin içinde açtı gözlerini Otuz Yaşında Doğan Adam. Önce sağına soluna bakındı, yanında satranç masaları vardı. Sonra arkasına baktı, heybetli bir malikâne gördü. Tepeye baktı, pırıl pırıl parlayan güneşin ışığı gözlerini kamaştırdı. Yere baktı, toprağın üzerindeki çimlerden bir parça kopardı. Elindeki çimleri incelerken, ellerinin olduğunu fark etti Otuz Yaşında Doğan Adam. Çimleri telaşla yere fırlattı, ellerini kendinden uzakta tutmaya çalıştı. Korkmuştu Otuz Yaşında Doğan Adam kendi ellerinden.

Diğer eliyle, üzerinde hâlâ toprak lekesi bulunan eline dokundu yavaşça. Parmaklarını önce elinin, sonra da kolunun üzerinde gezdirdi, anladı ki bunlar kendisindendi. Ardından vücuduna baktı, önce göğüs kafesine, sonra göbeğine, sonra daha aşağılara dokundu. Ellerini yüzüne götürdü, yüzünde ilk keşfettiği yer gözleri oldu Otuz Yaşında Doğan Adam’ın. Zira onların üstünü elleriyle kapadığında hiçbir şey göremiyordu. Sonra ağzını fark etti, dudaklarına dokundu. O da neydi öyle, bu şeyi açıp kapayabiliyordu. Parmağını kendi ağzına soktu, şaşırdı. Şaşırınca boğazından tuhaf bir ses çıktı Otuz Yaşında Doğan Adam’ın. Sesinin olduğunu, konuşabildiğini fark etti böylece.

Bu sırada yanına bir adam geldi Otuz Yaşında Doğan Adam’ın. Esmer, uzun boylu bir herifti bu. Elinde bir de kırbaç vardı, bu nedenle biraz ürkütücüydü.

“Kimsin sen” diye sordu Otuz Yaşında Doğan Adam.

“Ben senin sahibinim” dedi esmer adam.

“Nasıl yani?”

“Şu havada asılı duran sarı top var ya, hani az önce gözlerini kamaştıran. İşte onu ben doğurur, ben batırırım.”

“Başka” diye sordu Otuz Yaşında Doğan Adam. “Şu arkanda gördüğün heybetli ev var ya, onu da ben yarattım. İstesem tek elimle yok ederim onu.”

“Başka?”

“Sen var ya, seni de ben yarattım” dedi esmer adam. Elindeki kırbaçla sertçe vurdu Otuz Yaşında Doğan Adam’ın vücuduna. “Bak” dedi, “Kan çıktı vücudundan, gördün mü? İstesem seni de yok ederim.”

Şaşırdı ve korktu Otuz Yaşında Doğan Adam. Bu adam gerçekten de onun sahibi olmalıydı, baksana ne kadar da güçlü ne kadar da yetenekliydi. Sahibi, eline bir kürek tutuşturdu Otuz Yaşında Doğan Adam’ın.

“Bu nedir?”

“Bununla şuradaki çukurdan kömür çıkaracaksın bana.”

“Neden?”

“Çünkü ben senin sahibinim.”

Otuz Yaşında Doğan Adam, çaresiz kabul etti bunu. Her gün o çukurdan kilolarca kömür çıkardı. Güneş her gün bir doğdu, bir battı. Halinden memnun değildi ama tüm bunları yapanın sahibi olduğunu da biliyordu. Tam altmış yaşına gelmişti Otuz Yaşında Doğan Adam. Artık yaşlanmış, kuvvetten düşmüştü. Ağır geliyordu artık o çukurun içinden kömür toplamak. Küreği toprağa iyice saplayacak gücü bile kalmamıştı artık. Bir sabah, güneş doğmak üzereyken sahibi yine küreği eline tutuşturdu. Küreği aldı, tam çukuruna gitmek üzere adımını atmıştı ki bir an dayanamadı. Otuz senedir düşündüğü şeyi yaptı ve kürekle bir tane vuruverdi sahibinin suratına.

Sahibi yüzünü tutarak acı içinde yerde kıvranmaya başladı. Otuz Yaşında Doğan Adam, sahibinin kaskatı ellerini yüzünden çekmeye çalıştı.

“N’apıyorsun sen, manyak mısın” diye acılar içinde bağırıyordu sahibi.

“Görmem lazım.”

“Neyi göreceksin be adam?”

Sonunda açabildi yüzünü sahibinin. Sahibinin ağzı yüzü kan içindeydi, tıpkı kendisi gibiydi o da.

“Yalancı” diye bağırdı Otuz Yaşında Doğan Adam, küreği yeniden havaya kaldırdı. Öldürene kadar, defalarca vurdu başına sahibinin.

Hemen bahçeye çıktı, güneş hâlâ tepenin ardındaydı, hâlâ göstermemişti kendisini. Sabırla bekledi güneşin doğmasını, ama bir yandan bir şüphe de sarmıştı içini, acaba sahiden sahibi mi doğuruyordu güneşi, yoksa onu öldürmekle çok yanlış bir şey mi yapmıştı? Bunu o kadar merak ediyordu ki Otuz Yaşında Doğan Adam, sabırsızlıktan ayaklarıyla hızlı hızlı yere vuruyor, “Hadi, hadi” diye söyleniyordu.

Sonunda gösterdi yüzünü Güneş ve rahat bir nefes çekti Otuz Yaşında Doğan Adam. Anladı ki güçlü olmanın yarısından çoğu güçlü görünmekti. Yere uzandı, ellerine baktı. Elleri hem kirli hem nasırlıydı. Ne uğruna ellerinin bu hale geldiğini düşündükçe kendini aptal gibi hissediyordu. Ama yine de, ölmeden öğrenebilmişti sahibi sandığı zavallıya başkaldırabilmeyi. Bunu başaramadan ölen o kadar çok insan vardı ki hayatta.

Bu, size anlattığım son öykümdü. Ben Almanya’ya, Otuz Yaşında Doğan Adam’ın yanına gidiyorum. Kısmetse bir gün hikâyenin geri kalanını da anlatırım. Hoşça kalın."

Can Bulut

Yazar Michael Sikkofield

-Piyon-